İki dünya savaşı, sonrasında yaşanan soğuk savaş dönemi, Afrika’da sömürgecilik sonrası bağımsızlık hareketleri, iç savaşlar ve insani krizler gibi küresel dinamiklerin etkisiyle, dünyadaki yerinden edilmiş nüfus da arttı. Mülteci nüfusu, dünya genelinde 1970’lerde birkaç milyonla sınırlıyken, 1980’lerin sonlarına doğru bu sayı on milyonlarla ifade edilir oldu. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) verilerine göre, mülteci nüfusu 1995 yılında 20 milyona ulaştı. Dünya genelinde zorunlu şekilde yerinden edilmiş nüfus 2013’te 45.2 milyon iken şu an bu sayı 70.8 milyon kişiyi kapsıyor.
Zorunlu göç, tarih boyunca süregelen bir durum olmasına rağmen, bu süreçlere maruz kalan kişilere uluslararası hukukta farklı statüler verilmesi ve buna bağlı olarak haklarının tanımlanması II. Dünya Savaşı sonrası döneme rastlar. Modern anlamda göçmenlere farklı uluslararası statülerin verilmesi, 1951 Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Sözleşmesi ile kabul edilmiştir. Sözleşme’nin, 1951 sonrası yaşanan mağduriyetleri dışarıda bırakan mülteci tanımı, 1967 tarihli Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin New York Protokolü ile kaldırılmıştır.
Dünya mülteci nüfusunun yarısını çocuklar oluşturuyor. Öte yandan bu mültecilerin hepsinin batılı ülkelere göç ettiğini düşünmek yanlış. BMMYK verilerine göre; Türkiye, göçü dış politika kozu olarak ele alan problemli mülteci politikalarına rağmen dünyada en fazla sığınmacı (3.7 milyon) bulunduran ülke. Türkiye’yi, Pakistan (1,4 milyon), Uganda (1,2 milyon), Sudan (1,1 milyon) ve Almanya (1,1 milyon) izliyor.
Ortadoğu’da Suriye’nin yanı sıra Afrika ülkeleri de dünyada zorunlu göçün en yoğun yaşandığı ülkeler arasında üst sıralarda yer alıyor. On yıllardır kemikleşmiş etnik-kültürel çatışmalar, iç savaşlar ve dış müdahaleler nedeniyle Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Ruanda, Güney Sudan, Somali gibi pek çok ülkenin en fazla mülteci veren ülkeler arasında olduğu görülüyor. Zorunlu göç özellikle Afrika coğrafyasında yeni bir fenomen değil. Mülteci çalışmaları uzmanı Cassandra Veney’e (2007) göre, Afrika’da zorunlu göçün tarihi; sömürgecilik tarihi ve buna bağlı olarak pek çok Afrika ülkesinden Avrupa, Amerika ve Asya’ya olan köle ticareti dönemlerine dek izlenebilir.
Temel kaynak ülkeler:

1990’ların Soğuk Savaş sonrası dinamiklerinin de etkisiyle, Doğu Afrika’da yaşanan yapısal krizler ve iktidarların el değiştirmesi gibi süreçler zorunlu göçü, Afrika’da adeta gündelik hale getirdi diyebiliriz. Sierra Leone, Ruanda, Burundi, Liberya, Nijerya, Kongo gibi ülkelerde etkileri günümüze dek süren etnik çatışmalar yaşanırken, bu süreçler, pek çok Afrika ülkesinde yıllara yayılan iç savaşlar ve uzun dönemleri kapsayan insan hakları ihlalleriyle beraber anılır hale geldi.
Tarihsel perspektiften Afrika Kıtası’ndan yaşanan zorunlu göç öne çıksa da özellikle günümüzde dünya genelindeki mültecilerin yarısından çoğunun (yüzde 67) Suriye, Afganistan, Güney Sudan, Myanmar, Somali kökenli olduğu görülüyor (UNHCR, 2018). Afrika Kıtası’nda olduğu gibi dünya genelinde de 1960’larda sömürgecilik sonrası değişen dinamikler ve iç savaşlar, 1980’lerde yaşanan insani krizler, 1990’larda Soğuk Savaş sonrası dönemin değişen güç dengeleri, devlet yapısının yetersiz işleyişi gibi pek çok unsur, farklı ülkeler arası mülteci akımlarının öncelikli nedenleri olarak öne çıkıyor.
Dünyadaki tüm göçmenlerin %67’si sadece beş ülkeden geliyor:
- Suriye (6.7 milyon)
- Afganistan (2.7 milyon)
- Güney Sudan (2.3 milyon)
- Myanmar (1.1 milyon)
- Somali (0.9 milyon)
Kaynak: UNHCR, Global Trends: Forced Displacement in 2018
Zorunlu Göç Ülkelerin Kendi Sorunu mu?
Peki, zorunlu göç sadece, uluslararası literatürde “mülteci kaynağı ülkeler” olarak adlandırılan ülkelerin iç politikalarının bir sonucu mudur? Veriler, özetle; uluslararası toplumun insani krizlere yönelik inisiyatif almada karşılaştığı problemlerin ve farklı küresel etkenlerle beslenen bölgesel krizlerin de zorunlu göç süreçlerindeki önemine dikkat çekiyor. Uzun yıllardır, mülteci çalışmaları literatüründe, zorunlu göç, “kötü iç politikalar ve diktatör yönetimler” ile özdeşleştirilse de bu bakış açısının göçün kapsamını sadece gelişmişlik ve az gelişmişlik gibi basit ikili karşıtlıklara (binary oppositions) indirgediği görülüyor. Zorunlu göçe yönelik uluslararası mülteci rejiminin geliştirdiği “göç-gelişme-güvenlik ilişkisi” (securitization) perspektifi de, göçü bir az gelişmişlik sorunu olmanın yanı sıra, bir güvenlik sorunu şeklinde sunarak, göçmenlerin uluslararası arenadaki imajını daha da zedeliyor.
Genel olarak, 1960’lara kadar modernleşme ekolü görüşlerine paralel olarak, göç de bir “az gelişmişlik” ve “modernleşememe” sorunu olarak incelendi. Bu bağlamda, özellikle üçüncü dünya ülkelerinden Batı’ya yaşanan göç, göç veren ülkelerin yetersizliği gibi kısıtlı nedenlerle açıklanmaya çalışıldı. 1960’lar sonrası gelişen Bağımlılık Ekolü ve Dünya Sistemleri Ekolleri gibi daha kapsayıcı yaklaşımlar ise, az gelişmişliğin küresel ekonomi- politiğe dayalı dinamiklerden ve bölgesel konjonktürden bağımsız incelenemeyeceğini ortaya koydu. Bu bağlamda, pek çok ekonomi tarihçisi, geri kalmışlığın nedenlerini, salt toplumların kültürleri ve problemli iç politikalarında aramanın yetersizliğine vurgu yaptı. Dolayısıyla, zorunlu göç süreçlerinin, Batı’nın farklı coğrafyalarda yüzyıllar süren ekonomik sömürgeciliği gibi tarihsel süreçler, kaynaklara erişimde yaşanan problemler ve farklı coğrafyaların takip ettikleri değişik gelişme modellerinden bağımsız anlaşılması mümkün değil.
Öte yandan uluslararası mülteci rejiminin, göç ve güvenlik (migration-security nexus) ilişkisine vurgu yapan bir paradigma ile prensiplerini yenilediğini görüyoruz. Örneğin son dönemde Türkiye’nin dış politika yaptırım aracı olarak tamamen insanlık dışı şartlarda Yunanistan açıklarına yönlendirdiği mültecilerin, benzer insanî trajedilere yol açar şekilde Avrupa Birliği güvenlik güçleri tarafından ölüme itildiğini gözlemledik. Güvenlikleştirme prensipleri, özellikle 11 Eylül saldırıları gibi süreçlerle perçinlenerek göçün güvenlikleştirilmesi, göçmenlerin ise güvenlik sorunu olarak değerlendirilmesi gibi sonuçları doğurdu. Buna bağlı olarak sertleşen göçmen politikaları, aynı zamanda, zorunlu göç süreçlerine maruz kalan kişilerin Batı’ya sığınmasından ziyade yaşadıkları bölgelerde ikamet ettirilmelerine yönelik politikaları beraberinde getirdi. Buna karşın, bu politikaların, dünyadaki ve özellikle Afrika’daki on yıllara yayılan mülteci meselesine, uzun vadede bölgesel sorunları daha da derinleştirmekten başka bir etkisinin olmayacağı görülüyor.
Son aylarda yaşanan Covid-19 salgını ve benzeri olası küresel sağlık sorunları, insanlık olarak hepimizin aynı gemide olduğunu bir kez daha hatırlatsa da bu tartışmaların hiçbirinde göçmenler için geliştirilen somut bir eylem planına rastlanmıyor.
Günümüzde, uluslararası toplumun, bir parçası olduğu göç sorunuyla daha detaylı ve kapsamlı çözümler üretecek şekilde yüzleşmesi bir zorunluluk. Avrupa sınır ülkelerinde ve dünyanın farklı yerlerinde yaşanan göçmen yoğunluğu, hâlihazırda dünyanın en görünür trajedisidir. Sonuç olarak, politika yapım süreçlerinin, küresel ve disiplinler arası çalışmalar çerçevesinde yeniden incelenmesinin, zorunlu göçe dair araştırmalara daha eleştirel bir boyut kazandıracağı açık. Bu bağlamda, uluslararası göç çalışmalarında, ülkelerin sosyo-politik dinamikleri, coğrafi konumu, etnik çeşitliliği gibi unsurların yanı sıra ülkelerin üzerinde küresel ekonomi politiğe dair süreçlerin etkisi, sömürge tarihi, dış müdahaleler ve uluslararası toplumun rolü gibi unsurların da bu araştırmalarda ele alınması önemli.