Demokrat Parti’nin 2020 Başkanlık Seçimleri için aday belirleme süreci mercek altına alındığı zaman birkaç konunun öne çıktığını görüyoruz. Bunlardan ilki Donald J. Trump’ın ikinci kez seçilmesinin nasıl engelleneceği konusuyken, ikincisi partinin içerisinde merkez ve ilerlemeci olmak üzere iki cephenin oluşması. Trump’a yönelik meşruiyet kriziyle başlayan eleştirilerin Demokrat Parti’nin parti içi tartışmalarına da yön verdiği söylenebilir.
Meşruiyet krizi ve Trump:
Trump daha ilk seçildiği günden itibaren meşruiyeti sorgulanan bir başkan oldu. Öyle ki Hillary Clinton’ın seçim sonucunu kabul etmesi halkın sokaklara dökülmesini engelleyemedi. Harvard-Harris’in Trump’ın başkanlığı devralmasından henüz dört ay geçmişken yaptığı bir kamuoyu yoklaması ise demokrat seçmenlerin yüzde 68’inin Trump’ın seçimi adil bir şekilde kazanmadığı ve meşru bir başkan olmadığını savunuyordu.
Bu meşruiyet krizi, Mueller soruşturması ve sonrasında Ukrayna skandalı ile daha da derinleşerek azil tartışmalarını sürekli gündemde tuttu. Demokrat Partililer başarısız bir görevden alma sürecinin Trump’a avantaj sağlayacağı endişesi ile Rusya’nın ABD seçimlerine müdahalesi konusunun üzerine gitmekten geri durdu. Ancak Ukrayna Skandalı sonrasında süreci başlatma düşüncesi ağır bastı. Bunda etik yaklaşımlar kadar parti içi baskı da rol oynadı. Halkın genelinde ve özellikle bağımsızlarda azil konusuna açık bir destek söz konusu değildi. Ancak Demokrat Partililer arasında azil sürecinin başlatılmasını isteyenler önceleri yüzde 70 civarında seyrederken bu oran zamanla yüzde 85’i aşacak kadar yükseldi. Bu denli nefreti üzerine toplayan Trump, 2020 başkan adayı belirleme sürecinde de Demokrat Parti’nin birinci gündemi haline geldi.
Ön seçim tartışmalarında aday adayları kendilerini Trump’ı yenebilecek kişi olarak sunmaya çalışırken rakiplere yöneltilen en büyük eleştiri ise Trump karşısında şanslarının olmayacağıydı. Dolayısıyla ön seçimler süresince yoğun bir ‘seçilebilirlik’ tartışması yaşandı. Kimileri Senatör Warren’ın aşırı ilerlemeci olmasının yanı sıra halk ile bağ kurmayacak ölçüde elit olduğu iddiasıyla seçilemez olduğunu öne sürdü. Kimileri ise Sanders’ın kendisini ‘demokratik sosyalist’ olarak tanımlamasının seçilmesine engel olacağını savundu. Eleştirilerin ortak noktası ise her ikisinin de seçilmek için aşırı liberal (solda) olmasıydı. Halbuki şimdiye kadar yapılan araştırmalarda daha merkezde bulunmanın seçim kazandırdığını gösteren güçlü bir bulgu yoktu. Bu saplantı öyle bir noktaya vardı ki merkezde olması ve zenginliğiyle öne çıkan Michael Bloomberg’in şansı olabileceği konuşuldu. Üstelik bu konu yarışa ortasından girmesi ve ‘Süper Salı’da öne geçmeye çalışarak ilginç bir kumar oynamasına rağmen tartışılmaya devam etti. Bu konular ön seçim sürecinde Demokratların çaresizliğini ortaya koyması açısından dikkate değer başlıklar olarak yerini aldı.
Merkez ve İlerlemeci Çekişmesi:
Demokrat Parti’nin radikal bir değişim mi yoksa sistem içerisinde sınırlı bir değişim mi önermesi gerektiği tartışması ön seçimlerin ikinci büyük konusuydu. Demokrat Parti’nin bu fikir ayrışması çerçevesinde merkez ve ilerlemeciler (progressive) olmak üzere iki ana cepheye bölündüğü görülüyor. 2016 Başkanlık seçimleri öncesinde Cumhuriyetçi Parti’de de farklı gruplar arasında kimlik bunalımının getirdiği bir mücadele yaşanmıştı. Eski Savunma Bakanı Chuck Hagel’ın deyimi ile kabilelere bölünmüş bir Cumhuriyetçi Parti vardı ve seçim sonucu, hangi fraksiyonun parti üst kimliğini oluşturacağının en önemli belirleyeni oldu. Trump’ın seçimi kazanması ile birlikte partiye ağırlığını koyması ve parti ana omurgasına (establishment) yakın kişiler olan Senatör Graham, Rubio ve hatta liberteryan olan Senatör Paul’un bile Trump arkasında dizilmesi şaşkınlıkla izlendi. Bu değişimin kalıcı olup olmayacağını ise belki de 2020 seçimlerinin sonucu belirleyecek.
Demokrat Parti’deki iki cepheden ilkini özellikle sağlık hizmetleri, vergilendirme, seçimlerin finansmanı ve büyük şirketlerle (tröstler) mücadele konusunda radikal denecek adımları atmayı vadeden ilerlemeciler oluşturuyor. İkinci cephede ise mevcut dengelerde büyük değişiklikler yapmadan daha sınırlı düzenlemeleri savunan merkez adayları bulunuyor. İlk grupta Senatör Sanders ve Warren, ikinci grupta ise Başkan Yardımcısı Biden, Senatör Klobuchar, Belediye Başkanları Butigieg ve Bloomberg öne çıkıyor. Özellikle sağlık reformu konusu aday adayları arasında sert tartışmalara sebep oldu. Warren ve Sanders herkesi kapsayan bir sağlık güvencesi önerirken, diğerleri özel sigortalarını korumak isteyen seçmenlerin buna karşı çıkacağı ve maliyetlerin gerçekçi olmayacak kadar büyük olacağını savundu.
Bununla birlikte ilerlemeci adaylar merkezdeki adayların uygulamaktan çekineceği önerilerde bulundular. Sanders’ın öğrenci borçlarının affı ile özellikle Warren’ın vurgu yaptığı seçim finansmanı reformu ve kampanyaların büyük paralar toplama baskısından kurtarılması yaklaşımı dikkat çeken vaatler oldu. Yine her iki adayın büyük şirketleri hedef alan sert açıklamaları vardı. Sanders doğrudan Amazon’u hedef alırken, Warren ise Facebook’u hedef aldı ve bu şirketlerin tekelleşerek büyük paralar kazanmalarına rağmen işçilerini kötü koşullarda çalıştırmalarını eleştirdi. Seçim sonucunu tek başına belirlemeyecek olsa da bu önemli çıkış ve söylemlerin Demokrat Parti adayına karşı geniş bir koalisyon oluşturma ihtimali yabana atılacak bir risk değil. Özellikle büyük maliyetleri olan politikalardan ve büyük vergilerden çekinen zenginlerin Trump’a yöneleceği endişesi var.
Demokrat Parti’nin daha güvenli bir seçenek olarak merkezde yer alan Biden’ı öne çıkardığı görülüyor. Önce merkezde yer alan adaylar sonrasında da ilerlemeci adaylar desteklerini açıklayarak Biden’ın arkasında birleşti. Ancak Sanders ve Warren’ı destekleyen aşırı liberal seçmenlerin tamamının başkanlık seçiminde Biden’ı destekleyeceğini beklemek gerçekçi değil. İşin ilginç yanı ise partiyi birleştirmek için daha sol politikaları savunması ve solda bulunan kişilerle çalışması beklenen Biden’ın bu yazının kaleme alındığı sırada henüz partinin genç ama oldukça popüler Kongre üyelerinden Alexandria Ocasio-Cortez ile bir defa bile iletişim kurmamış olması. Biden’ın partisinin aşırı soldaki seçmenlerinden çok merkezdekileri hedeflemesi şaşırtıcı olmaz. Partideki kimlik arayışının devam ettiği bir dönemde Biden’ın seçimleri kaybetmesinin merkezin ciddi kan kaybetmesine yol açacağı aşikar. Ancak Biden’ın seçimleri kazanması bile özellikle Cortez, Omar ve Tlaib üçlüsünün yani genç nesil demokrat partililerin oluşturduğu ilerlemeci dalgayı durduramayabilir.